Türkiye'de basının hali tam anlamıyla duman.
Yıllardır süregelen ekonomik sıkıntılar, reklam gelirlerinin azalması, yerel(mahalli) medyanın devlet desteğinden yoksun bırakılması ve kamusal(kamunun) ilan pastasının adaletsiz dağılımı, basını her geçen gün biraz daha zorluyor.
Artık gazete kokusunu içimize çektiğimiz o sabahlar bir bir tükeniyor.
Mikrofonların, kameraların ve haber sitelerinin sesi kısılıyor.
Medya mensupları sabah umutla başladıkları günün sonunda geçim derdine, matbaa borcuna, kira ve elektrik faturasına kafa yoruyor.
Yani haber yapmaktan çok, ayakta kalabilmenin mücadelesini veriyorlar.
Ne yazık ki, bu tabloyu daha da karartan yeni bir yükümlülükle karşı karşıyayız: Tasarruf tedbirleri genelgesi. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yayımlanan bu genelge, kamuda mali disiplini sağlama amacı(gaye ve maksadı) taşıyor olabilir; ancak uygulamada, özellikle basın ve medya sektörünü doğrudan hedef alan sonuçlar doğuruyor.
Kamu kurumlarının ilan ve tanıtım harcamalarının kısıtlanması, basın kuruluşlarının en temel gelir kaynaklarından birini ortadan kaldırıyor.
Özellikle yerel (mahalli)gazeteler, televizyonlar ve radyolar için bu karar, neredeyse ölüm fermanı niteliğinde.
Çünkü Türkiye'de mahalli( yerel) medya, büyük ölçüde kamu ilanlarına ve tanıtım bütçelerine dayanıyor.
Bu kaynaklar kesildiğinde, yerel gazetecilik nefessiz kalıyor.
Bugün Anadolu'nun herhangi bir ilinde, ilçesinde ya da beldesinde yayın yapan bir gazete ya da televizyon kanalına gittiğinizde, aynı hikâyeyle karşılaşırsınız: Mücadele, umut ve çaresizlik iç içe geçmiş bir tablo.
Basın emekçileri fedakârlıkla, çoğu zaman sigortasız, asgari ücretin bile altında maaşlarla çalışıyor.
Kameramanından muhabirine, sayfa sekreterinden köşe yazarına kadar herkes, mesleğini yaşatmak için elinden geleni yapıyor. Ancak tasarruf tedbirleri gibi politikalar, bu fedakârlığın üzerine bir ağırlık daha bindiriyor. "Tasarruf" adı altında medya susturuluyor, kalemler kırılıyor, mikrofonlar sessize alınıyor.
Bir ülkede basın, sadece haber yapan bir meslek değildir. Basın, demokrasinin nefes borusudur. Kamuoyunun vicdanıdır. Yanlışı göstermekten, doğruları anlatmaktan, halkın çıkarını savunmaktan başka bir derdi yoktur. Ancak eğer bu ses susturulursa, toplum da karanlığa gömülür. Çünkü özgür basın olmadan, doğru bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Sansür, baskı ya da ekonomik kıskaca alınmış bir medya; halkın haber alma hakkını elinden alır. Ve maalesef bugün Türkiye'de yaşanan tam olarak budur.
Basın, zaten uzun süredir ekonomik baskı altındaydı. Kağıt fiyatlarının dövize bağlı olarak yükselmesi, baskı maliyetlerinin artması, reklam gelirlerinin düşmesi, yerel gazeteleri birer birer kapatmıştı. Şimdi bir de kamu ilanlarının durdurulmasıyla, son kalan direniş noktaları da çökmek üzere. Bir zamanlar yüzlerce gazetenin çıktığı illerde, artık sadece birkaç tanesi kaldı. Onlar da ayakta kalabilmek için borçla, özveriyle, umutla direniyor. Ancak bu tasarruf genelgesi, o umudu da yok ediyor.
Devlet, tasarrufu yanlış yerden başlatıyor. Bir yandan kamu kurumlarında lüks harcamalar, araç saltanatları, gereksiz ihaleler devam ederken; diğer yandan basının elindeki son destek çekiliyor. Eğer gerçekten bir tasarruf yapılacaksa, bu basın üzerinden değil, israfın olduğu alanlardan yapılmalıdır. Çünkü basına ayrılan bütçe, devletin lüks giderleriyle karşılaştırıldığında devede kulak bile değildir. Ancak etkisi büyüktür. Çünkü basına verilen her kuruş, sadece bir kuruma değil, demokrasinin kendisine yapılan bir yatırımdır.
Bugün birçok gazeteci, "yarın matbaayı çalıştırabilecek miyiz?" endişesiyle yaşıyor. Radyolar, elektrik faturasını ödeyemedikleri için yayını kesmek zorunda kalıyor. İnternet siteleri, hosting masraflarını karşılayamadığı için kapanıyor. Televizyon kanalları, ekipmanlarını yenileyemedikleri için yayın kalitesini düşürüyor. Bu tabloyu "tasarruf" diye sunmak, aslında "sessizliği kabullenmektir. Çünkü susturulan her mikrofon, aslında halkın sesidir.
Bu ülkenin gazetecileri, her türlü baskıya rağmen halkın haber alma hakkı için mücadele etmiştir. 15 Temmuz gecesinde bile görev başında olan, afetlerde, depremlerde, savaşlarda, soğukta ve sıcakta çalışan bu insanlar, bugün sadece adalet değil, yaşam(hayat) hakkı istiyor. "Tasarruf tedbirleri" bahanesiyle susturulmak değil, desteklenmek istiyor. Çünkü onlar bilir ki; basın özgür(hür) değilse, toplum da özgür(hür) değildir.
Eğer Hazine ve Maliye Bakanlığı bu gidişata "dur" demez, basını tasarruf kapsamı dışında bırakmaz veya bu genelgeyi geri çekmezse, çok yakında ülkemizin dört bir yanında gazeteler, radyolar, televizyonlar ve internet siteleri kapılarına kilit vuracak. Bu sadece basın mensuplarının değil, toplumun tamamının kaybı olacaktır. Çünkü basının sustuğu bir ülke, halkın gözlerinin bağlandığı bir ülkedir.
Bugün yapılması gereken bellidir. Devlet, basına düşman değil, dost olmalıdır. Basını yük olarak değil, demokrasinin temel direği olarak görmelidir.
Basına yapılan bu ekonomik kıskacın adı tasarruf değil, zulümdür.
Bu zulümden medyayı kurtarmak, sadece gazetecilerin değil, bu ülkenin her bir vatandaşının ortak görevidir.
Çünkü basın sustuğunda, artık kimse konuşamaz.
Gelin, bu mesleği yaşatalım. Basın, bu ülkenin vicdanı olmaya devam etsin. Haber, birilerinin korkusu değil, halkın hakkı olarak kalabilsin.
Unutmayalım: Basına yapılan her baskı, aslında halkın geleceğine vurulmuş bir darbedir.
Bugün alınan her yanlış karar, yarın geri dönülmez sonuçlar doğuracaktır.
Bu yüzden geç olmadan, bu kıskacı gevşetmek zorundayız. Basının sesi kısmak, karanlığa razı olmaktır. Oysa biz, bu ülkenin aydınlık yüzünü korumak zorundayız.
Kalın sağlıcakla…