TBMM İçtüzük Komisyonu Üyesi Ak Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu´nun, İçtüzük görüşmelerinin son gününde TBMM Kürsüsü´nden yaptığı konuşma; konuşmayı dinleyen Ak Partili ve diğer partilerin milletvekillerinden de büyük alkış aldı.
TBMM İçtüzük Değişikliği Görüşmeleri ile ilgili olarak Ak Parti Grubu adına konuşan İçtüzük Komisyonu Üyesi Ak Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu, Ak Parti, CHP ve diğer milletvekillerinden de alkış alan konuşmasında şunları söyledi:
?Sayın Başkan, kıymetli arkadaşlar; Fransız İhtilali´nden sonra bir İngiliz aristokrat ihtilali çok cesaretli bir şekilde, biraz da Avrupa kamuoyunu sarsacak tarzda tenkit eder, Edmund Burke, İrlandalı bir aristokrat, Lortlar Kamarası´nda da üye, siyasetçi. İhtilale yönelttiği en önemli tenkit ihtilalin yücelik duygusunu öldürdüğüdür, yücelik duygusu, aşkınlık hissi, "Bunu öldürdü, insanlar arasındaki ilişkilerin kıymetini, kalitesini düşürdüğü." der. Ve İngiltere´de tedricen yapılan pek çok şeyin... "Üç yüz yıl, dört yüz yılda yaptığımızı bir yıla sığdıracaklar, belki iki yıla sığdıracaklar ama tekrar sistemlerini toparlamaları, sistemlerine itibar kazandırmaları, kurumlarını yaşatan o ideyi, özü, ana fikri itibar sahibi kılmaları çok zaman alacak." der. Türkiye Cumhuriyeti bir kültür devrimiyle kuruldu. Cumhuriyetimize, devletimize, kurumlarımıza ve demokrasimize o Burke´ün kastettiği anlamda yücelik duygusunu, o ana fikri, ana özü vermemiz zaman alacak çünkü -bunu sosyal bilimlerle azıcık iştigal edenlerin çok iyi bildiği gibi- yüz yıllar sürüyor bu tür şeyi oluşturmak; hatta bir kavramı oluşturmak bile zaman alıyor, tarihî bir geçmiş gerekiyor.
Bizim Parlamentomuz padişahlık döneminde kuruldu, 1876, Abdülhamit´in Mithat Paşa´ya verdiği bir sözle kuruldu ve Mithat Paşa´nın azliyle beraber de Abdülhamit vazgeçti, o Rusya´yla savaş bahane edildi, ara verdik. Bir iki ay sürdü. Daha sonra İttihat ve Terakkinin yaptığı 1908 Devrimi´yle yeniledik ama başımıza çok büyük sıkıntılar geldi, Birinci Dünya Savaşı vesaire. Ocağımızı su bastı, bir oturumluk yeri kurtarırken Parlamentomuzu müthiş bir itibar kazandırdık. Bir devlet kurduk, bir rejim kurduk yeni, İstiklal Savaşı verdik ve o Burke´ün anlattığı anlamda yücelik duygusunu Cenab-ı Hak âdeta bahşetti. Kuvayımilliye kadrosu bir şekilde Meclisimizi Gazi Meclis yaptı ve onun üzerine geldik. Şu anda da esasen o mirasın üzerindeyiz. Bunun acı, tatlı yönleri var, tökezlemeleri var vesaire ama bu Meclis Gazi Meclistir, 23 Nisan 1920´de kurulduğu itibarıyla milletin hâkimiyeti, Meclisin üstünlüğü her zaman, tek parti döneminde dahi, hatta 1960 ihtilalinden hemen sonra, 12 Eylülden hemen sonra dahi, milletin nezdinde bir şekilde Meclisin üstünlüğü, milletin hâkimiyeti ilkesini, o ana özü hiç kimse sarsamadı ama buna uygun bir parlamento hukuku geliştiremedik; geliştiriyoruz, şu anda da yaptığımız şey bu.
1961 Anayasası´yla beraber parlamento hukukunda yeni bir aşamaya geçtik. 1960´a gelen süre kadar işlediğimiz partiler hukuku biraz farklılaştı, değişti, zenginleşti ve İç Tüzük, Meclis İçtüzüğü, daha önce "Dâhilî Nizamname" dediğimiz Meclis İçtüzüğü, 1960´dan sonra daha bir resmileşti, daha bir formelleşti.
Bu itibarla, "İç Tüzük" dediğimizde aslında neyi konuşuyoruz? Milletin hâkimiyetinin, o Parlamentoyu kuran özün tecelli tarzının tanzim edilmesi. Milletin hâkimiyeti nasıl tecelli eder? Milletin seçtiği milletvekilleri vasıtasıyla tecelli eder, bunun tanzim edilmesidir İç Tüzük. Yani bunu söylerken biraz İç Tüzük´ü yüceltmek istiyorum, biraz metafizik bir yön katmak istiyorum, biraz fikrî zeminini, seviyesini yükseltmek istiyorum.
Esasında, İç Tüzük konularını konuşurken millî iradenin tecelli ve tasarruf tarzına dair bir konu konuştuğumuzu ve teknik bir konu konuştuğumuzu, millî iradenin tecelli tarzını konuşmakla beraber işin tekniğini konuştuğumuzu bilmeliyiz. Bu anlamıyla Parlamento, yönetim tekniğinin, yönetme tekniğinin, müzakere tekniğinin sağduyuyla denetlenmesidir. İç Tüzük´te de hâkim olan ruh o olmalıdır.
Buradaki sağduyu nedir? Buradaki sağduyu milletin iradesidir, milletin seçtiği, o demokrasinin millete yansıyan yönüdür. Bu anlamıyla parlamentolar, kıymetli arkadaşlar, toplumları yönetim katına taşır. Fikirleri toplar -yani parlamentolarda müzakerenin de esası odur- milletin kanaatlerini, temsilcileri vasıtasıyla kamusal egemenliğin, o millî hâkimiyetin katına taşır. Bu anlamda yönetimin, devletin tekelini kırar, ona milleti ortak eder. Devlet katındaki hâkimiyeti sahaya indirir, millete de indirir. Yani bunu düşünce tarihinde John Stuart Mill diye bir adam "Mukaddes su bir baştan bütün başlara dağıldı, binlerce, milyonlarca başa dağıldı." diye... Demokrasinin çok güzel bir tarifidir bu. Yani o kralları kutsayan, onları takdis ederken kullanılan Hristiyanlık ritüelini ima ederek söyler.
Parlamentoların amacı halkları millet kılmaktır. Burası çok önemli. Bir halk parlamentoda temsil edildiğinde ve bu temsil yönetim hâline geldiğinde, sahaya intikal ettiğinde o halk milletleşir. Buradaki milletin özü nedir? Millet siyasi bir varlıktır, halk sosyolojik bir varlıktır. Bu itibarla Parlamentonun iki vazgeçilmezi vardır kıymetli arkadaşlar. Bir, müzakere; ikincisi, kamusal açıklık. Bu müzakerenin aleni yapılması. Müzakere devletin yönetim kabininin kamusal alana, halka açılmasıdır; devletin mahrumiyetinin çözülmesidir âdeta, halk tarafından çözülmesi, bir büyünün, bir sırrın çözülmesi gibi çözülmesidir. Müzakerenin amacı budur. parlamentodaki müzakerenin amacı budur. Buna Immanuel Kant "Hakikati güncel kılmaktır." demiş, bu konuşmaya hazırlanırken rastladım, çok çarptı beni, müthiş bir deyiş. Hakikati de milletin temsil ettiğini düşünüyor, "Halkın temsil ettiği gerçeğin devlet katında mütemadiyen güncellenmesidir." diyor yani Parlamentodaki görüşmelerin nihai amacı halkın gerçeğinin devlet katında yankı bulması, devlet katına taşınması. Burada bu anlamıyla Parlamentonun yaptığı kanun kamusal otoriteyi, devletteki otoriteyi, gücü, erki, "power" anlamındaki o kuvveti halkın temsil ettiği, halkın ürettiği âdeta, halkın istihsal ettiği hakikatle dengelemektir. Yani egemenin buyruğuna karşı halkın kendi ortaya koyduğu normu koymaktır; onu dengelemek, bir şekilde, millî iradeyle, halkın iradesiyle egemenin buyruğunun çarpıştığı yerde yönetimin oluşmasını sağlamaktır.
Hülasa, bir ülkenin kanun yapma usul ve esaslarını konuşmak, aslında o ülkede milletin tercihlerinin kanun olarak nasıl hayata geçip devletin kılcallarında halka intikal edeceğini konuşmaktır, demokrasinin özüdür bu. İç Tüzük dediğimiz şey de bir anlamıyla bu demokrasinin özünün halka intikalidir ya da halkın ortaya koyduğu iradenin devlete intikalidir, karşılıklı bir alışveriş.
Dünyanın demokratik bütün anayasalarının tamamında iç tüzük düzenlemesi parlamentolara bırakılır. Bunu hukuk dilinde "yöntemsel bağımsızlık" diye tercüme etmiş hocalarımız. Mithat Hocam burada. Yöntemsel bağımsızlığın Türkçesini ben pek sevimsiz buldum. Belki usul bağımsızlığı diyebiliriz, usule dair bir bağımsızlık, yönteme dair bağımsızlık diyebiliriz ya da başka bir kelime bulabiliriz ama her ülkenin parlamentosu kendi tarihsel uygulamalarına, teamüllerine, yazılı ve sözlü idari kaynaklarına, gelenek, görenek, kültürlerine dayanarak kendi iç tüzüğünü yapabilir. Bu, parlamentoların iradi özgürlüğü, kendi usulüne, sistemine hâkim olması, hatta kuvvetler ayrılığının da bir yansımasıdır.
Arkadaşlar, parlamentolarda kanunlar her zaman uzlaşarak yapılmaz, hatta belki hiç uzlaşarak yapılmaz ama müzakere edilerek yapılır, müzakere vasfı korunmalıdır. Bu anlamda, uzlaşmaya bizim demokrasi kültürümüzde ya da bizim bugünlerdeki siyasi edebiyatımızda çok kıymet atfediyoruz. Uzlaşma nadiren gerçekleşen bir şeydir ve uzlaşmada -çoğu zaman kıymetli uzlaşmalarda- her iki taraf da gayrimemnun olursa iyi uzlaşmadır. Her iki tarafın kazandığı uzlaşmalar da çok azdır çünkü çok zordur. Bu anlamıyla, bu uzlaşmalarda ve parlamentolardaki bu ifadenin, müzakerenin sağlığı açısından 1920´lerde siyasi edebiyatta geçerli olan ve Weimar dönemi Anayasası´nın anayasa hükmü hâline gelen bir maddeyi okumak istiyorum. Weimar Anayasası´nın 21´inci maddesi: "Milletvekilleri bütün halkın temsilcisidirler -milletvekili tanımını yapıyor- yalnızca kendi vicdanlarına karşı sorumludurlar ve hiçbir direktifle bağlı değildirler." Bu anlamıyla, parlamenter sistemin şartı, arkadaşlar, milletvekilinin -bizdeki sisteme uymayan şekilde belki- partisinden ve seçmenlerinden de bağımsız olmasını parlamento müzakerelerinin sağlığı şart koşar. "Kürsü dokunulmazlığı" falan dediğimiz şeyin az tartıştığımız kısmıdır burası: Milletvekilinin kendi vicdanı konusundaki vicdani özgürlüğü, vicdani hürriyeti. Bunu pek konuşmayız çünkü bizde parti sistemi çok hâkimdir, çok baskındır.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus milletin çoğunluğunun yani milletin parlamentoya getirdiği tarafların, siyasi partilerin -ben buna "millet çoğunluğu" diyorum- milletin çoğunluğuyla dengeli bir şekilde parlamentoda kendisini ifade etmesidir. Çoğulcu demokrasinin gereği olarak millet çoğunluğu yani milletin parlamentoya soktuğu bütün tarafların parlamentoda kendilerini ifade etmesi gerekir ancak parlamentolar yönetim için vardır, karar üretmelidir. Millet çoğunluğunun da işini yapması... Muhalefetin "engellemek" diye bir hakkı vardır ve muhalefetin engelleme hakkı sosyolojiye, siyasi edebiyata meşru bir hak olarak girmiştir ancak parlamentonun bir yönetim yeri olduğu, asıl işlevinin ülkeyi yönetmek, kanun yapmak, yasama görevini yapmak olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu itibarla, parlamentolardaki müzakerelerin usulü, şekli, şartı, zamanı vesairesi her ülkede, her demokraside tartışma konusu olmuştur, bizde de çok tartışılmıştır, bizde de çok tartışılmıştır, bugün de onu tartışıyoruz.
Kıymetli arkadaşlar, iç tüzük metinleri hukuki vasfı itibarıyla kanun değildir. Her ikisini de parlamentolar yapar, kanunu da parlamentolar yapar, iç tüzük metinlerini de. Ancak, iç tüzük metinlerinin kanunlardan ayrılan en önemli hususiyeti, kanunlar bütün ülke insanlarına şamildir, iç tüzük metinleri sadece milletvekillerini bağlar. Bu itibarla, burada biz iç tüzüğü yaparken esasında kendi aramızdaki bir şeyi yapıyoruz, kendi aramızdaki bir adabımuaşereti yapıyoruz ve bunu... Dedim ki parlamentolar bir halkı millet hâline getirir, bizi de bu işi yapan hâline getirir. Ayrışma değil, biz o bütünlüğün buradaki münşileri, buradaki inşacıları, buradaki özneleri, failleri olmak durumundayız. İç tüzüğü yaparken amaçları tartışıyoruz, araçları tartışıyoruz, bakış açılarını, pratik gerekçeleri, pratik muktezaları tartışıyoruz ama ilkeleri az tartışıyoruz. 1920´lerde -Komisyon sıralarında Mithat Hocam yine bahsetti- Carl Schmitt -Almanya´nın Hitler filozoflarından- 1928´de galiba "Parlamenter Demokrasinin Krizi"ni yazarken demiş ki: "19´uncu yüzyıl ilkelerin yüzyılıydı, büyük anlatıların, ideolojilerin, büyük fikirlerin yüzyılıydı ama 20´inci yüzyılda büyük soruları, büyük ilkeleri tartışmıyoruz, daha çok sistemin günlük işleyişinde ortaya çıkan şeyleri tartışıyoruz." Türkiye´nin belki bizim atladığımız nokta, eksik bıraktığımız nokta... Biz 1950´de geçtik demokrasiye, 1960´ta bir yol kazası yaşadık, 12 Martta yaşadık benzerini, 12 Eylülde yaşadık. Ama bir şekilde, demokrasinin kuruluşunda kurucu unsurlar olarak devlet nedir, millet nedir, parlamento nedir, yönetim nedir, millî irade nedir konularında derinlemesine düşünmedik. Yani cumhuriyetin ilk yılları daha çok Avrupa´dan aldığımız tercümelerle geçti. Belki bugünlerde düşünebiliriz, bu bir fırsat. Biz tekrar kurucu bakış açısıyla büyük soruları yeniden sormak ve büyük cevapları bulmak zorundayız. Yani bizim yeni Türkiye´yi kurarken, Parlamentomuza yeni bir iç tüzük yaparken buradaki tartışmaların ötesinde, buradaki on dakikanın, üç dakikanın, iki dakikanın, beş dakikanın ötesinde daha büyük bir şeyi yaptığımızı veya bu imkânı bize tarihin verdiğini fark ederek burada yeniden bir ülke kurmak, yeniden bir demokrasi kurmak ya da burada attığımız adımların Türk milletinin o büyük yürüyüşünün adımları olduğunu, olması gerektiğini, bunu biz istersek olabileceğini... Bunun için birbirimizi biraz anlayacağız, biraz cehdedeceğiz, biraz alın teri dökeceğiz, biraz gayret edeceğiz.
Rahmetli Ali Fuat Başgil Meclisi tarif ederken iki hususu ön plana çıkarmıştı: "Bir murakabe organıdır." diyor, denetim organı; bunun yanında "Bir de itimat organıdır." diyordu yani güven. Meclisin varlığı ülkedeki sistemin, rejimin güvenidir. Yani Türkiye´de hangi kurum, hangi makam hangi gücü kullanırsa kullansın Meclis ülkede var olduğu sürece o gücün kaynağı Meclistir. Bunu halk da böyle düşünür, yönetenler de yönetilenler de böyle düşünür. Bu itibarla, Meclisin varlığı, var olması, bu çatının çalışması, burada bizim müzakere etmemiz, müzakerelerin niteliği nasıl olursa olsun bu ülkedeki sistemin, rejimin kalitesinin, meşruiyetinin zeminidir. Ben buna müsaadenizle bir de Meclisin itibarını, bizim korumamız gereken itibarını ilave etmek istiyorum. Meclisin itibarını nasıl koruyacağız? Biz birbirimize itibar ettiğimiz zaman, birbirimize saygı gösterdiğimiz zaman, birbirimize değer ve kıymet atfettiğimiz zaman Meclisimizin itibarını yükselteceğiz.
Kıymetli arkadaşlar, Parlamento -o cümleyi ben çok seviyorum, çok hoşuma gidiyor- tekniğin, yönetim tekniğinin sağduyuyla denetlenmesidir, bu sağduyuyu da biz üretmek zorundayız, bu Meclise, bu millete, oyunu aldığımız insanlara birinci borcumuz budur.
Hepinize hürmetlerimi arz ediyorum, saygı sunuyorum.